38,8283$% -0.03
44,1362€% 0.6
4.139,89%0,76
6.808,00%0,37
27.148,00%0,36
4129594฿%1.05042
22 Mart 2025 Cumartesi
Starbucks İçmemenin Sosyolojisi
İslam Memiş yatırımcıyı uyardı! Altında bu tarihlere dikkat
İstanbul'da 4,0 büyüklüğünde deprem: AFAD verileri paylaştı
Türkiye-İsrail Gerilimi: Suriye’nin Geleceği Üzerine Büyüyen Rekabet
GELEN-GİDEN MESELESİ VE KALİTEYE VEDA...
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına çağrı yapıyorum: “Gizli tanıkları açıklayın!”
Çünkü, bazı ahlaksızlar; tamamen bilinçli olarak Kemal Kılıçdaroğlu ve bizleri şerefsizce itham etmektedir.
Bu kampanyayı yaptıran kişi malumdur.
Televizyon ekranlarında, özellikle; bu süreçler ile Kılıçdaroğlu ve yol arkadaşları arasında maksatlı bir ilişki kurulmaktadır.
Oysaki görünen şudur;
“Okuduğumuz beyanlardan anlaşılan; gizli tanıklar bizzat İBB içinden kişiler gibi görülmektedir.”
Ekrem Bey’e yapılan haksızlık, birileri tarafından parti içi bir siyasi sürece çevrilip ahlaksızca, parti içindeki insanlar hedef gösterilmektedir!
Gizli tanık kumpasıyla 2 yıla yakın hapis yatmış biri olarak; bu algı operasyonunu yapanları tespit ettim. Bu yalan algıları yayanlar hapse girsin diye ölene kadar mücadele edeceğim!
Şu biline!
Ne Kemal Kılıçdaroğlu, ne de tek bir yol arkadaşı, partisini yargıya taşımaz!
Bizzat kendileri içindeki çıkar çatışmaları sebebiyle; yargıya itirafçı akını başlamış ise (bunu bilerek söylüyorum); bunun sorumluluğunu şerefsizce, namussuzca “ima yoluyla” bize ihale etmeye çalışan haysiyetsizlerden mutlaka hesap soracağız!
Sayın İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı; Lütfen, gizli tanıkların kimliğini açıklayınız! Ki bu algı operasyonu herkes tarafından görülsün!
Biz, hiçbir partilimizin linç edilmesine müsade edemeyiz.
Ekrem beyin mücadelesinde, partililik ödevimiz; yanında olmaktır.
Bu ortamdan PARTİ İÇİ SİYASET üretmek isteyen bazı “namussuzlar,” parti içindeki insanları “yargı sürecinin parçası” gibi göstermektedir.
Biz hem bunlarla hem de Ekrem beye yapılan zulümlerle mücadele edeceğiz.
Nokta!
Kamuoyuna saygılarımla (Troller ve başı hariç!)
15 Temmuz FETÖ’cü darbe girişimi sonrası, 20 Temmuzda OHAL ilan edildi. Olağanüstü Halin meşruiyeti adına öne sürülen gerekçe ne idi? “Şartlar olağan değil, dolayısıyla demokrasi başta olmak üzere, olağanüstü şartlara göre yönetme” zarureti doğmuştur.
Yani, “şartlar olağanüstüdür, dolayısıyla; bu şartlara göre davranmamız gereklidir” gibi bir meşruiyet yaratılmaya çalışılmıştır.
Bugün benzer bir durumun CHP’de gerçekleştiğini görüyoruz. Bir yanlışlıktan bahsettiğinizde; “şu an normal şartlarda değiliz,” ifadesiyle başlayan cümleler işitiyoruz. Toplumun, bilinçaltına kodlanmış bu “kabul” tetiklenmeye devam ediyor. Oysa, CHP’nin OHÂL’e karşı öne sürdüğü çok temel itirazları olmuştur. Bunların başında gelen itiraz ise şudur; “hükûmetin elinde her türlü yetki vardır, demokrasinin kurumsal kimliğini aşındıracak bir uygulamaya ihtiyaç yoktur.” Yani CHP, bugün CHP’yi yöneten kadroların eliyle; bu karşı tezi ortaya atmıştır.
Yani, esasen CHP; “olağanüstü hâl” anlayışının demokrasiyi aşındırdığını söylemiştir. Sayın Özgür Özel’in bu hususta yüzlerce açıklamasını internette bulmanız mümkündür.
*
Gelelim CHP’deki “olağanüstü hâl rejimine.”
Dün, “olağanüstü hâl rejimini” demokrasiyi aşındırma açısından yerden yere vuranlar, bugün “İmamoğlu’na yönelik hukuki süreçler” üzerinden, parti içi demokrasiyi korkunç bir yıkıma sürüklemekte; buna dair tartışmalara da, tıpkı o gün hükümet sözcülerinin verdiği tepkiyle; “ama olağanüstü şartlardayız” ifadesiyle yanıt vermektedirler.
Bu durumun en temel göstergesi, 23 Mart tarihinde gerçekleşecek olan “parti içi temayül yoklaması” hususunda gözler önüne serilmiştir.
Konunun daha iyi anlaşılması için, CHP yönetiminin “olağanüstü hâl” gerekçesiyle hayata geçirdiği uygulamanın makro seviyedeki tezahürüne bakmamız gerekir.
Malumunuz, partilerde tıpkı devlet gibi yönetilir. Parti Başkanı ile Devlet Başkanı, MYK ile Bakanlar kurulu, Parti Meclisi ile TBMM benzer işlevselliktedir.
Başkan kabinesini belirler. Buna MYK denir. Parti Meclisi 60 kişiden oluşur. MYK’yı hem denetler, hemde kararlar Parti Meclisince alınır.
Bu hiyerarşiyi şöyle ele alabiliriz;
Kurultay yetkilerini Parti Meclisine devreder. Bu, milletin vekaletini TBMM’ye vermesi gibidir. Kabine, yani MYK (Merkez Yürütme Kurulu) seçilen Başkan tarafından 60 kişilik Parti Meclisi içinden seçilir.
*
Bu detayları niçin verdim?
İzah edeyim…
*
CHP’de yaşanan bu karmaşanın benzeş tezahürünü canlandıralım.
Hükûmetin 20 Temmuz’da, OHÂL ile birlikte; bir seçim kararı aldığını düşünelim.
Ve bu seçimde; “her ne kadar herkes aday olabilirdi” denmesine rağmen, sadece Recep Tayyip Erdoğan’ın adaylaşabildiğini, pusulada başka bir adayın olmadığını, ve pusulada bir “evet-hayır” seçeneğininde olmadığını düşünelim…
İşte CHP’de gerçekleşen “Cumhurbaşkanlığı temayül yoklamasının” makro seviyede %100 benzeştiği; tamamen aynı kavramlarla argümante edildiği bir örnek vereceksek, o tam olarak bu olur.
Keza şimdi şunu söyleyebilir birileri; “ama görmüyor musun, olağanüstü bir durum var.” Evet, 15 Temmuz’da da olağanüstü bir durum vardı. Olağanüstü şekillerde; devlet ele geçirilmeye çalışıldı.
Yani karşı argümanlar hemen hemen aynı. Ancak, hükûmet; “tek adaylı bir seçim” yapmadı. Keza, bunu yapmış olsaydı; yer gök; “darbe” diye inleyecek, demokrasinin tamamen rafa kalktığı söylenecekti.
Ancak, bunu söyleyenler HAİN, BOZGUNCU ilan edilecekti. Şartların olağanüstü olduğu, devletin bekası adına bunun yapıldığı söylenecekti.
*
Bugün CHP’de gerçekleşen “tek adaylı ve tek seçenekli” temayül yoklamasına yönelik eleştirilere verilen cevaplar tam olarak böyledir. HAİN, PARTİNİN BEKASI gibi kavramlarla bu olağanüstü süreç meşru kılınmaktadır.
CHP, en güçlü kolonunu yıkmıştır. O kolonun adı; demokrasidir.
Tek adaylı, tek seçenekli, tek sorulu bir önermeyi işaretlemek; asla ve kat’a demokrasi ile yan yana getirilemez. Demokrasi tarihinin kökleriyle kesin olarak bağdaşmaz bu yaklaşım, CHP’nin en güçlü olduğu yeri; parti içi demokrasiyi sakatlamamış; adeta tamamen rafa kaldırmıştır.
Ve buna yönelik itirazlara verilen yanıtlar şunlardır;
– Şartlar olağanüstü,
– Olağanüstü şartlar sebebiyle partinin bekası için,
– Zaten içimizde hainler var…
*
Ben, Sayın İmamoğlu’na bu sebeple itiraz ediyorum. Kendisinin diploması yahut davaları; benim açımdan bir magazindir. Sayın İmamoğlu çok daha hayati bir şey yapmıştır. CHP’nin elinden “demokrasi geleneğini” almıştır. CHP’yi, “olağanüstü hâl rejimine mahkum ederek,” oturaklı değerlendirmelerden uzaklaştırıp; gelişmeler karşısında reaktif bir erekte hâle sokmuştur.
Bu hâlin üretebileceği siyaset sübjektif olmaktan asla uzaklaşamaz. En temel iddianızı, yani parti içi demokrasiyi; “olağanüstü hâl” gerekçesiyle askıya almanız, Türkiye’ye demokrasi getirme iddianızı tamamen boşa düşürür. Ve CHP’deki krizi; siyasal olmaktan çıkartıp; yapısal bir krize evriltir.
*
Peki neden bu “ön seçim” denilen “parti içi temayül” için “demokrasiye tam karşıt” bir yakıştırma yaptım? İzah edeyim.
Öncelikle CHP tüzüğünde hangi seçimin (Milletvekili, Yerel Yönetim ve Cumhurbaşkanlığı) adaylarının hangi yöntemlerle belirleneceği yazılıdır.
Örneğin, “yerel yönetim adayları için;” ön seçim, örgüt denetiminde ön seçim, merkez yoklaması gibi yöntemler sıralanır. Yani, “örgüt denetiminde ön seçim” denilen uygulama açık açık “yerel yönetim adaylarının belirlenmesi” hususunda ifade edilir. İfade edilirken; “ön seçim VİRGÜL örgüt denetiminde ön seçim” gibi temel bir ayrıma gidilir. Yani buna göre, YSK huzurunda yapılan ön seçimdir, örgüt huzurunda yapılan ise “örgüt denetiminde ön seçimdir.”
Lakin, Cumhurbaşkanı adayının belirlenmesi hususunda ilgili tüzük maddesinde “örgüt denetiminde ön seçim” ibaresi kesin olarak yer almaz. Ön seçim, örgüt yoklaması, merkez yoklaması gibi uygulamalardan birine işaret edilir. Hangi uygulamanın yapılacağı; “yönetmelikle” belirlenir.
*
Oysa burada (23 Mart temayül yoklaması) , kesin olarak bu yöntem yönetmelikle belirlenmemiş, örgütlere gönderilen “yönerge ile” belirlenmiştir. Yani MYK karar alıp, örgüte yönerge göndermiştir.
Yani, bu uygulama Cumhuriyet Halk Partisi tüzüğüne aykırıdır.
Şimdi bunu söylediğim için şu tepki gelecektir; “biz olağanüstü şartlardayız, olağanüstü durumdayız.” O zaman, hükûmetin “olağanüstü şartlardayız” gerekçesiyle, ANAYASAYI İHLAL ETMESİ meşrudur!
CHP’nin Anayasası tüzüğüdür. Eğer, “olağanüstü şartlar” gerekçesiyle CHP kendi anayasasını ihlal ediyorsa; AKP’de yarın bunu yapar ve kalkıp CHP’yi örnek gösterebilir.
Bir diğer temel sorun ise şudur.
Demokrasi, çoktan seçmeli bir pratiktir. Demokrasi bir onay rejimi değildir. Bir seçim rejimidir. Halkın kendi siyasal seçeneğini üretmesi, bu seçeneğin diğer seçeneklerle yarışması esastır.
Tek bir ismin, tek şık ve tek onay imlasıyla seçiciye onaylatıldığı hiçbir uygulama; demokrasi ile bağdaşmaz. Ve üstelik buna “ön seçim” demek, başlı başına bir felakettir. CHP’nin geçmiş ön seçim tecrübelerini tamamen boşa düşürecek, yeni bir teamül yaratmaya yönelik “olağanüstü hâl” gerekçeli bir demokrasi karşıtı süreçtir.
“Efendim, başka aday çıksaydı…”
Tüm milletvekillerine imzalanması söylenen bir “aday müracatının” karşısında imzaya çıkıp adaylaşmak; olanaksızdır. Keza buna dair söylenecek çok fazla malumat var. Ancak, yeri ve zamanı değildir.
*
Tek bir kişinin, hâkim huzurunda olmayan; tüzük açısından tamamen hükümsüz bir seramoniyle “onaya sunulması” diyelim. Bence hadisenin doğru tanımı budur. Ahlaki açıdan benzetmiyorum ancak; yöntem açısından 12 Eylül anayasasının referandumuna benzeyen bir süreçtir.
Burada suiistimal edilen şey, parti örgütlerinin “Erdoğan karşıtlığı duygusudur.” 85 Milyonluk Türkiye’de Cumhuriyet Halk Partisi, Recep Tayyip Erdoğan’ı seçimde yenebilecek tek ama tek kişinin Ekrem İmamoğlu olduğunu ilan etmektedir.
Bu propagandanın yarın korkunç maliyetleri olacaktır. Asla onaylamadığım “hukuk tartışmalarının” gerçekleşmesi hâlinde; Türkiye muhalefeti seçime gitmeden Sayın Erdoğan’a yenilmiş olacaktır.
Bu tekçi, tek kişici propagandanın ve pratiğin risklerinin alınmasının nedeni nedir? Neden CHP Genel Başkanı böylesine yanlış bir yola girmiştir? Keza, Sayın İmamoğlu’nu ya aday yapacaktır ya da koltuğunu ona teslim etmek zorunda kalacaktır. Dolayısıyla, şu süreçle ilgili kaygıların tamamı sübjektiftir. Hiçbir kaygı ve tasarruf; “parti içi demokrasinin gelişmesi” açısından şekillenmemiş, tamamen reel politik endişeler üzerine biçimlenmiştir.
*
Bu temel eleştirilerimi ifade ederken, bana yöneltilecek “hain” yakıştırmasını görebiliyorum. Dün OHAL yönetimini eleştirdiğim için hain ilan edilmiştim. Bu gün ise CHP’deki OHAL yönetimini eleştirdiğim için “hain ilan ediliyorum.” Lakin bu son derece önemsiz, uçucu bir yaftadır. Ve bu yaftalardan endişe ederek gerçekleri gizlemek bizim kitabımızda ne geçmişte olmuştur, ne de gelecekte olacaktır.
Çözüm bellidir. CHP demokratikleşmelidir. CHP’nin üzerindeki yüksek basıncın nedenleri doğru tahlil edilmeli, tüm kaygılardan bağımsız; objektif bir siyasal süreç geliştirilmelidir.
Bugün, “demokrasi şöleni” diye, gidip “tek seçenekli ve tek kutucuklu” bir kâğıda işaret koyduğunuzda, yarın CHP’de tek seçilme yönteminin bu olmasına katkı sunmuş olacaksınız.
Düşünün, buna seçim deniyor! Ama; “İmamoğlu’na oy vermeyeceğim” cümlesi kuran herkes HAİN!
“Kılıçdaroğlu’na oy verenler HAİN” cümlesine ne kadar da benziyor.
Yani, demekki üzüm üzüme baka baka kararıyor.
İnsan, en çok eleştirdiklerine benziyor.
Uzun zamandır “yazmaya başlamak” istiyordum. Dijital Gaste, bana köşe açarak bu hususta beni mutlu etti. Bundan böyle, yazılarımı Dijital Gaste’de okuyabilirsiniz.
Suriye’de cereyan eden hadiseleri doğru anlamak, bölgenin geleceğinin inşası açısından hayati bir önem arz etmektedir.
Yaşananların esası şudur; Rusya ve İran destekli bazı unsurlar ile Suriye Rejimi arasındaki gerilim derinleşmiştir. Lakin, bu gerilim; Suriye güçlerinin “sivil katliamlar” gerçekleştirdiği gerçeğini ortadan kaldırmaz. Hali hazırda, Suriye Devleti “hak ihlalleri” şeklinde bir kabul yapmıştır. Masum sivillere, “Nusayri” olmaları sebebiyle yönelen katliam hiçbir şekilde kabul edilemez. Ve bu katliamlar; “Rus-İran” güdümlü unsurların ekmeğine yağ sürmektedir.
Türkiye’nin Suriye’de gelişen hadiseler karşısında, en marjinal seviyede kazanımcı olma zorunluluğu vardır. Keza, gelişen bölgesel konjonktür gereği; bu tür gerilimler sıklaşacak gibi görülmektedir. Çünkü İsrail, Suriye sathında alenen bir egemenlik mücadelesine girişmiştir. Türkiye’de bu mücadeleye karşı, son derece akılcı bir “meydan okuma” sergilemiş; derhal “çözüm süreci” kartını masaya koymuştur. Bu olağanüstü akılcı yaklaşımın, yine bölgedeki “mezhep temelli” krizin aşılması hususunda sürdürülmesi gerekir.
Suriye’deki farklılıkların her hangi birinin dışlanması, “dışlanan gerçekliği” İsrail’e teslim etmek anlamına gelir. Benim, Yeni Şafak yazarı İsmail Kılıçarslan’a gösterdiğim tepkinin kökeninde yatan hakikat budur. Suriye Rejim unsurlarının “Alevilere yönelik katliamlar” sergilemesi, elbette insanı boyutu açısından bir mesele olmakla beraber, Türkiye’nin bölgesel varlığını doğrudan ilgilendirir. Suriye sathındaki tüm kimlik ve inançlar; oluşacak yeni güç denkleminde elbette bir pozisyon belirleyecektir. Türkiye, tam bu noktada; “PKK terörünü sona erdirme” adına giriştiği süreç benzeri bir süreç ekseninde; Suriye sathında var olma mücadelesi veren Nusayri/Alevi kitlelerin güvenliği açısından garantör olmalıdır. Bu garantörlük, İsrail’in aleyhinde gelişecektir.
PKK terör örgütünün feshedilmesi hususunda girişilen süreç, Türkiye’nin bölgesel iddialarını cılız bir tonda “savunmacı” reflekslerle dillendirdiği bir dönemi kapatabilir. Tam bu noktada, sağlıklı olan okuma; “devletin müspet bir konsept değişikliğine gittiği” gerçeğini kavramak suretiyle yapılabilir. Bu yeni konseptin mahiyeti nedir? Birazcık açmamız gerekir.
Trump yönetiminin Avrupa Birliği ve NATO üzerinde yarattığı kaygılar, Putin-Zelenski savaşında aldığı pozisyon; Türkiye’nin kritik bir aktöre dönüşmesi açısından bir fırsat olarak görülmelidir. Avrupa, “ordu kurma” gibi işlerle iştigal ederken, yanıbaşındaki Türk Ordusunun mukavemet gücüne hiçbir koşulda erişemeyeceği gerçeğinin farkındadır. Bu sebeple, ABD’nin “popülist ve sömürgeci” kodlara savrulduğu bu süreçte, NATO ve Avrupa; “güvenlik konsepti açısından” Türkiye’den asla ve kat’a vazgeçemez noktaya gelmiştir.
İşte tam bu süreçte, Avrupa Birliği ile yeni fasılların açılması hususunda son derece kararlı ve ısrarcı olmak, gerektiğinde NATO üyeliğimizi tartışmaya açacak sert blöfler ile Avrupa Birliğinin Türkiye’ye yönelik barajını aşındırmak fevkalade mümkün. Elbette bu gerçekleşirken, güneyde ise İsrail ile mindere çıkmış durumdayız. Suriye’de istikrar yahut istikrarsızlığı örgütleyecek unsurlar ya Türkiye’nin, ya da İsrail’in kontrolünde olacaktır. Barış süreci, Türkiye’yi, Suriye’deki iklimin kritik bir belirleyicisi haline getirebilir. İşte bu sebeple, İsrail; Mazlum Abdi üzerinden süreci yıpratma çabası içindedir.
Tam bu noktada, “Rus-İran” destekli unsurları bahane ederek gerçekleştirilen “Nusayri/Alevi katliamları,” İsrail’in ekmeğine yağ sürmektedir. İsrail açısından, Suriye sosyolojisinde Türkiye’nin temelden karşısında konumlanabilecek bir “varlığın” olması yahut oluşması, Suriye sahasında oyun kurabilme kabiliyeti kazanma açısından hayatidir. Bu bağlamda, Türkiye’nin önünde kritik bir tercih vardır. Suriye sathındaki her kadim kimliğin hamisi rolünü üstlenmek; bir ihtiyaç değil; zarurettir.
Bu sebeple, bırakın “yaşananlar üzerinden iç cephedeki fay hatlarını gerecek” operasyon aparatlarının yarattığı infiali, topyekün bir hami rolü için geç kalınmaktadır. İsrail’e mevzi kazandıracak her söylem ve eylem; gerek Avrupa ile gelişmesi gereken gerekse bölgesel denklem açısından biçimlenmesi icap eden süreci sakatlar. Bu hususun tarihsel bir mesele olduğu unutulmamalıdır. Türkiye’nin bu bağlamda; “Suriye sürecinin gebe olduğu tüm krizlerle alakalı mutlaka bir yaklaşım modeli olmalıdır.” Ve bu model, “hangi Küresel denklem tarafından” tetiklenmiş olursa olsun, bir sosyal gerçeklikle doğru ve kadim hikaye çerçevesinde yeniden bağ kurma hassasiyetiyle şekillenmelidir.
Bu yönüyle, Avrupa’nın güvenlik mimarisinin kritik oyun kurucusu olma fırsatı; Şam’dan geçer. Evvela, Şam’ın mimarisini İsrail’den bağımsız ve ABD-Rusya denklemine rağmen tasarlayabilecek cesaret, kısa vadede “yaşanan tüm küresel gelişmelerin” bir anda Türkiye lehine evrilmesine yol açabilir. Bu meselenin çözümü, yarın AB ile masaya oturulduğunda “ana problem olarak masada olacak olan” göçmen meselesinin çözümü dahil, bir çok kritik meselemizin çözümünü tesis edecek ortamı sağlayabilir.
Problem sepeti boşaltılmış bir Türkiye’nin, yeni konjonktürde hayati bir öneme sahip olacağı açıktır. CHP lideri Sayın Özgür Özel’in Avrupa’da yaptığı konuşma, tam olarak bu süreci kavramış görünmektedir. Türkiye, tüm denklemleriyle yeni bir sürece girebilir. Bu süreç, fevkalade kazanımlarla gerçekleşebilir. Bunun için, PKK’nın fesih süreciyle alakalı keskin bir kararlılığa, Suriye’de yaşanan sosyal gelişmelerde ise doğrudan hamiliğe dayanan bir kapsayıcılığa çok ihtiyaç vardır.
Unutmayalım, biz Sünni ve Alevi meselesi üzerinden tasarım peşinde koşan Emperyalist saldırıları defalarca bertaraf etmeyi başardık. Bu ölü fayı diriltecek her adım, Türkiye’nin bu yürüyüşünü hedef alan bir operasyonel dokunuştur. İsrail demek, mezhep ve kimlik savaşları demektir. İsrail’in panzehiri ise; “Türkiye’dir.” Bu sorunları kendi iç cephesinde aşmış bir Türkiye’nin, bölgede aynı duyarlılığı örgütlemesi; İsrail’in minderdışı kalmasını sağlayacaktır.
İşte bu gerçekleşirse, yani evvela PKK’nın feshi, akabinde Suriye’de demografik ve mezhepse gerilimin kesin olarak sonlandırılması; nihayet uzun zaman sonra “bir model üretmeyi başardığımız” anlamına gelecektir. Bu model, bölge ülkeleri açısından makul görülecek; Türkiye kritik bir güç dengesi olarak varlığını sürdürecektir.
Suriye’de gerçekleşen Nusayri/Alevi katliamına yönelik “insani tepkime” ek olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin bu meseleyi hem insani hem siyasi açıdan hamilik çerçevesinde ele alma mesuliyetinin izahı açısından bir jeopolitik değerlendirme yapmaya çalıştım.
Yani, meselenin insani boyutuna atıf yapmayışım; zaten insani açıdan kabullenmeyişimizdendir. Lakin, sürece müdahil olma zaruretini siyasi çerçevede ele almak icap ederse, bahsettiğim gerekçeler ışığında değerlendirilebilir. Suriye’de gerçekleşen Nusayri/Alevi katliamına yönelik “insani tepkime” ek olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin bu meseleyi hem insani hem siyasi açıdan hamilik çerçevesinde ele alma mesuliyetinin izahı açısından bir jeopolitik değerlendirme yapmaya çalıştım.
Yani, meselenin insani boyutuna atıf yapmayışım; zaten insani açıdan kabullenmeyişimizdendir. Lakin, sürece müdahil olma zaruretini siyasi çerçevede ele almak icap ederse, bahsettiğim gerekçeler ışığında değerlendirilebilir.
Bu makalem, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile hükümet arasındaki farklılığı esas alarak kaleme alınmıştır.