Gazeteci Barış Pehlivan'ın cezaevinden köşe yazısı yazmaya devam ediyor.
Cumhuriyet gazetesine yazan Pehlivan, cezaevlerindeki mahkûmların izin günlerini beklerken; uzun süre kapalı cezaevinde kalan mahkûmların dışarıda nasıl ayakta kaldıklarını sorguladı.
Ayrıca, cezaevlerindeki işçi mahkûmların aldığı ücretin yaşam ihtiyaçlarına yetip yetmediğine dair soruları gündeme getirdi.
Yazısında, çeşitli suç örnekleri ve cezaevi yaşamına dair gözlemlerini paylaşıyor ve suçun toplum içinde ne kadar yakın olduğunu vurguladı.
Barış Pehlivan'ın "Asıl suçlu kim?" başlıklı yazısının tamamı şöyle:
Koğuşumda gazeteleri okuyorum. Sabah’ta bir haber gözüme çarpıyor: “Henüz 15 yaşında ama 96 yıl kesinleşmiş hapis cezası var!”
Konya’da yaşayan kimsesiz bir çocuğun 116 suç kaydı olmasının öyküsü anlatılıyor. İçim burkuluyor. Sahi, 15 yaşında bir çocuk bu kadar suça bulaşmadan kurtarılamaz mıydı?
Cezaevinde en heyecanlılar; izne çıkanlar... Açık cezaevlerindeki mahkûmların üç aylık dönemler içinde birkaç gün dışarı çıkma hakkı var. Ben de izin günlerimi bekliyorum...
Ama düşünüyorum: Uzun yıllar kapalı cezaevinde kaldıktan sonra izne çıkanlar dışarıda ne yapıyor? Öyle ya, kimsesiz, yol parası dahi olmayan insanlar da var. Onların dışarıdaki birkaç gününde yeniden suç işlememeleri nasıl sağlanıyor? Maksat “topluma kazandırmak” ise dışarıdaki asgari yaşam ihtiyaçları düşünülüyor mu? Yanıt bulamıyorum.
Cezaevinden adliyelere temizlik vb. işleri yapmaya giden mahkûmları görüyorum. “Güvenlik riski olmuyor mu” diye düşünürken hoparlörden anons üstüne anons yapılıyor...
Cezaevi kampusu içindeki inşaatlarda, araç tamirhanelerinde ya da fırında çalışan mahkûmlar koğuşlarından çıkıp merdivenlerden iniyor. Günde ortalama sekiz saat çalışıyorlar. Yönetmelikleri okuyorum; aldıkları maaşı İşyurtları Yüksek Kurulu belirliyor. Verilen bu aylık ücretin en düşüğünün 500 TL, en yükseğinin ise 2 bin 200 TL olduğunu duyuyorum. Kantinden haftalık maksimum alışveriş limitinin 1500 TL olduğu bir cezaevinde, aylık verilen bu para neye nasıl yetiyor? Anlamıyorum.
SUÇ VE ŞİİR
Memleketimden insan manzaralarına tanık oluyorum...
Yirmili yaşların başında görünen biri geliyor koğuşa. “Abi burada boş yatak var mı” diye soruyor. Koğuştaki arkadaşlar memurlara yönlendiriyor, onlar belirliyor kimin nerede kalacağını. Genç çocuk “Ben eroin bağımlısıyım, yattım mı kalkmam” diyor giderken...
Ertesi gün öğlen yemeğinde sıra beklerken görüyorum onu. Gözlerini kocaman açmış, etrafa bakıyor... O günün akşam sayımı defalarca tekrarlanıyor. Biri eksik. Meğer, o firar etmiş. Kim bilir nerede, ne yapıyor şu an?
Sahibi göründüğü hayali traktörleri gerçek otobüslerle takas ederek dolandırıcılık yapan biriyle tanışıyorum. Dolandırıcılık suçuna tanınan uzlaşma hakkının nitelikli hallere de getirilmesini bekliyor. O yasa bir çıksa hemen özgürlüğüne kavuşacak. “Çıkınca bu işlere devam edecek misin” diye soruyorum. “Bir daha asla” diyor...
Fethullahçıların yargılayıp hapse attığı insanlar buluyor beni. Anlatıyorlar: “Devlet onlara ‘terörist’ diyor. Madem öyle, bir teröristin yaptığı yargılamaya neden güveniyorlar? Bir daha yargılanma hakkını neden bize vermiyorlar?” Haksız değiller...
Avukatımla görüşmeye araç ile götürülüyorum. 100 metre ilerisi ama kural böyle. Bir radyo kanalı açık, “kader mahkûmlarının sesi” sloganını kullanıyor. Sonradan öğreniyorum; radyonun sahibi de Silivri’de yatmış bir eski mahkûmmuş. Vergi kaçırmaktan birkaç ay kalmış içeride...
Yıllar içinde binlerce sayfa dava dosyası okudum, onlarca duruşmayı izledim, kaç kez yargılandığımı hatırlamıyorum bile... Ama suçun bu kadar yakınımızda olduğunu daha önce hiç hissetmedim.
Duyduklarımın ağırlığından kurtulmak için şiire, Birhan Keskin’e sığınıyorum:
“Ey Adalet’ten söz eden zalim
Şimdi bi dur, düşün:
Ev ki, en büyük mahremiyetti
Kimdi vuran, kimi, en mahreminden?”